Ana içeriğe atla

Sponsorlu Bağlantı

John F. Kennedy’yi Kurtarmak

Zamanda yolculuk fikri birçok dizi ve filmde ana tema olarak işlendi. Çok ilgi çekici ve merak uyandırıcı bu konunun da büyüsü eskisi kadar hissedilmiyor zaten artık.
Ancak insanın geçmişle fazlasıyla alakadar olması kaçınılmaz. Zamanda geriye gidip geçmişte yanlış olan şeyleri düzeltmek veya geçmişin büyük tarihi olaylarının işleyişinde kilit bir rol üstlenmek kimi cezbetmez ki…
Peki gerçekten bugün geçmişe gitmek için bir olanağımız olsa sadece bu büyük olaylarla mı uğraşacağız? Yaşamın seyrini değiştirmek, iyi kılmak mı olacak maksadımız?
Elbette geçmişe bu büyük ideallerle gitsek bile geçmişte karşılaşacağımız bütün o mikro düzeyde hikayeler bizi kaçınılmaz olarak içine çekecektir.
James Franco tarafından canlandırılan lisede edebiyat öğretmenliği yapan ve gayet sıradan bir hayat süren  “Jake Epping” içinde durum farklı olmuyor. Stephen King’in “11.22.63”  romanından aynı isimle uyarlanan J. J. Abrahams’ın yapımcılığını üstlendiği bu mini dizi yalnızca sekiz bölümde sizi içerisine dahil ediyor.
James Franco’nun yanı sıra Sarah Gadon, Chris Cooper, Daniel Webber, George Mackay gibi isimlerin yer aldığı dizide kendinizi 1960’larda hissetmemek pek mümkün değil. Kostümler, araçlar, teknoloji, gazete ve medya ama en önemlisi dönemin zihniyeti çok güzel yansıtılmış dizide.
Geçmiş Değişime Razı Gelir Mi?
Jake Epping’in geçmişe yolculuğuna dair teferruatlı bir anlatıya girişmeyeceğim. İzleyicinin bunu bizzat kendi görmesi daha faydalı olur. Ancak yapımda ilgimi çeken birkaç noktaya parmak basmakta fayda var. Jake arkadaşı Al’ın onu içine çektiği bir oyunun içerisine giriyor. 1960 yılına giden bir geçit vasıtasıyla geçmişe yolculukları başlıyor.
Daha geçmişe gittiği ilk andan itibaren orada bulunmaması gerektiğine dair bir takım uyarılarla karşılaşan Jake yapmaması gereken birçok şeyi yapmaya yelteniyor. Aşık oluyor, gidiş amacından başka konular ile ilgili vicdani bir hesaplaşma neticesinde çözümler üretmeye çalışıyor, suç işliyor…
Jake’in bu çokta mantıklı olmayan eylemleri insan doğasına ışık tutuyor aslında. Salt akılla hareket edemeyen insan doğasına…
Geçmişin değişmesi ise bir felaket ile sonuçlanıyor. Bunu Jake geri döndüğünde kendi kasabasını yıkık dökük bir halde bulduğunda görüyoruz. Yani aslında geçmiş değişime çok rıza göstermiyor. Hatta Jake’in önüne türlü türlü zorluklar çıkarıyor. Bu mistik olaylar dizide gerilimi daha da yüksek bir dozda zihnimize enjekte etmemize neden oluyor.
Oyunculuklar ise bu gerilimi arttıran diğer temel nokta. Daniel Webber “Lee Harvey Oswald” rolünde bir karakterin bütün iniş çıkışlarını ve beklediği ilgiyi görememenin yarattığı ruh halini gayet başarılı bir şekilde gözler önüne seriyor.
Lee’nin annesi tarafından sürekli ona dikte edilen şu “potansiyelin var” palavrasını nasıl özümsediğinin, CIA tarafından nasıl manipüle edildiğinin dizide ince ince işlenişi gayet başarılı.
George Mackay’ın canlandırdığı “Bill Turcotte” ise en başından beri Jake’in yanına almaması gerektiğini düşündüğüm bir ortak. Zaten yapımda amaçlananda bu olsa gerek. Her an problem yaratma potansiyeli olan, “düşünmek” ile çok işi olmayan bir karakter Bill ve bu izleyici için gerçekten sinir bozucu oluyor.
Ancak herkesin derdine çare bulan Jake’in Bill’i kullanması Bill ile ilgili olumsuz kanaatleri olumlu hale getiriyor. Sarah Gadon “Sadie Dunhill” olarak başarılı bir performans sergilemiş ancak gelecekten geldiğini iddia eden bir adama bu kadar çabuk inanması biraz tuhaftı doğrusu. Sadie’nin karakterinde Amerikan kadının değişimini yüzeysel olsa da görmek mümkün.
James Franco ise beklediğim tadı vermekten çok uzak kalmış bir başrol. Sürekli tekrarlanan birbirinin aynısı mimikler James Franco’nun yarattığı karakterini antipatik kıldı benim için. Diğer karakterler çok güçlü resmedilmemiş.
Zaten sekiz bölümlük bir yapımda bu çok mümkün olmasa gerek. Josh Duhamel’in canlandırdığı “Frank Dunning” ise bu çok güçlü resmedilmemiş karakterler arasında belki de en başarılı olanı. Yer aldığı sahnelerde gerilim uç noktalardaydı.
11.22.63’ün iyi yanları da kötü yanları da izlemeye değer. Bu geçmişe dair ilginç yolculuğu izlemenizi şiddetle öneririm.

Yorumlar

Sponsorlu Bağlantı

Bu blogdaki popüler yayınlar

İlk Restoran Ne Zaman ve Nerede Açıldı?

Yaşadığımız yer ister küçük olsun ister büyük, hemen her sokakta restoran bulmak mümkündür. Restoranların yaygın olması, kuşkusuz ki yemek yemenin insanın en temel ihtiyacı olmasından kaynaklanır. Durum böyle olunca, tahmin edebileceğiniz üzere, restorancılığın tarihsel gelişimi oldukça eskiye dayanır.  Peki , ilk restoran hangi tarihte açıldı? Restorancılığın Başlangıcı Yemek kültürü çok gelişmiştir. 1700’lü yıllara kadar restoran kavramı ortaya çıkmamıştır.  İlk modern restoran, 1765-1766 yıllarında Paris’te Boulanger tarafından açılmıştır.  Bu sayede müşterilere seçenekler sunan anlayış ortaya çıkmıştır. O dönemdeki anlayışa göre, restoranın amacı, et suyu bulyonu ve çorbalarla kişileri sağlığına kavuşturmaktı. Adıyla ünlü ilk restoran, 1782’de Paris’te açılmıştır . Grand Toveme de Loundres adıyla açılan bu restoranda, yemek isimleri listelenmiş ve belli saatlerde tek kişilik masalarda servis yapılmıştır. İlk restoranın açılmasından sonra Fransız Devrimi gerçekleştiği için

Elektronik Müziğin Tarihi

Elektronik müzik 19. Yüzyılda birçok Amerikalı ve Avrupa mucitlerin, girişimcilerin çalışmaları sayesinde kendine altyapı hazırlamıştır. Bu altyapı için gerekli olan aygıtlar bahsi geçen kimseler tarafından farklı alanlarda kullanılması için tasarlanmış icatları müzik için yorumlanmış halidir. Elektronik müzik dediğimizde aklımıza ilk gelen tanım elektronik aletlerle yapılan müzik türü şeklinde olacaktır. Bu tanım kesinlikle doğru bir tanım. İlk elektronik müzik 1960 yılında ilk elektronik klavyenin icadıyla hayat bulduğu düşünülmektedir. Borulu elektronik enstrümanlar da elektronik müzik tarihinde yerini aldıktan sonra kullanımları yavaş yavaş artmaya başladı. İlk Elektronik Müzik Enstrümanı İlk olarak icat edildiği düşünülen enstrüman yaklaşık olarak 7 ton büyüklüğünde ve  Telharmonium  adındaydı. Pek yaygınlaşması mümkün olamayacak kadar kaba ve ağır olan bu enstrüman elektronik müzik tarihi içerisinde yerini almıştır. 1897 yılından üretilen bu cihazın  Thaddeus Cahill  adı

Pronoya Nedir?

Pronoya kelimesi okuduğunuzda paronaya kelimesini okuduğunuzu veya kelimenin eş anlamlısı olduğunu düşünmüş olabilirsiniz.  Oysa pronoya , paronoyanın tam tersine karşılık gelen bir kavram.  Her şeyin ve herkesin kendisine zarar verebileceği şüphesi anlamına gelen poronayanın tersi olarak pronoya, her şeyin hatta evrenin bile kendisinin iyiliği için var olduğu sanrısına kapılmak anlamına gelir. Pronoyayı   bir yaşam felsefesi olarak benimseyen insanların paranoyak olmuş olduğunu söylemek de yanlış olmaz. Pronoya, dini yaklaşımla karşımıza çıkan versiyonuna örnek olarak ‘Takdir-i İlahi’ kavramı verilebilir. Kişi yaşadığı ne olursa olsun tanrısal bir iyilik olduğunu düşünür. Uzak Doğu felsefelerinin temel kavramları olan, “darma, karma, reenkarnasyon” üçlüsü de bir pronoya örneğidir. İnsanın bu dünyada var olma nedeni, tanrısal olana ulaşmaktır. Başımıza gelenlerde Darma’ya bir nebze daha yaklaşmamız içindir. Her ölüm aslında yeni bir doğum ve tanrısal olana ulaşma yolculuğun yeni